Ege’nin 1. ay kontrolünde yalnızca 250 gram almış olması, beslenme işinin bizim için
pek de kolay olmayacağının ilk göstergesiydi sanırım. Doktorun fütursuzca
“Emzirmiyor musunuz?” diye sorması beni iyiden iyiye çileden çıkarmıştı. Emzirmemek mi!!!
Bebeğine
anne sütü vermek, emzirmek anneliğin en güzel yanlarından biri. Ne kendimi ne
de Ege’yi bundan
mahrum etmeyi aklımdan bile geçiremezdim! Gün içinde ve gece 2 saatte bir
mutlaka kalkıyor, Ege’yi uyandırıyor (kendisi uyanmıyordu) ve
emziriyordum. Kaslarının zayıflığı, çene kasları için de geçerliydi tabii. O yüzden emme işi biraz daha zordu Ege için. Ama bir
ayda yalnızca 250 gram alması doktorun sütümün yetmediği sonucuna varmasına yol
açtı. Mamaya başlayın dedi. Süt veren bir annenin asla duymaması gereken cümlelerden biriydi bu bence. Eve
dönerken eczaneden mama aldık, komodinin üzerine koyduk. Günlerce birbirimize
baktık uzaktan uzaktan. Sütüm varken ne diye mama verecektim oğluma! Ege hiçbir zaman ağlayan bir çocuk olmadı.
İsteklerini ya da açlığını ağlayarak anlatmadı. Down sendromlu bebeklerin çok
canları yanıncaya kadar pek ağlamadıklarını öğrenene dek böyle bir
beklentinin yersiz olduğunu düşünmemiştim. Doymayan çocuk ağlardı, neden
ağlamasın! Ama içime kurt düşmüştü bir kere. Bir gün dayanamayıp emzirme
sonrası mama vermeye karar verdim. Eğer toksa zaten içmeyecekti mamayı. Ama
öyle olmadı, bir güzel içti. Mamayla tanışmamız birinci ayın sonunda başlamıştı
ne yazık ki! Ne yazık ki diyorum ama bazen yapacak bir şey olmuyor. Sütüm
artsın diye aklınıza gelebilecek her şeyi yedim, içtim. Kendimi mümkün
olduğunca üzmemeye gayret ettim. Sütüm hiç artmadı, ama benim ağırlığım 10 kilo
arttı. (Emzirme işi bittikten sonra da gelsin o kiloları verme çabaları…)
Öğrendim ki anne sütü içmek bebekler için nasip işi. Sütünüzün az ya da fazla
olmasını sağlayan ya da etkileyen faktörlerin olduğu iddia edilse de ben hiçbir
şeyin faydasını görmedim. 6 ay boyunca hem anne sütü hem mama ile beslenmeye
devam etti Ege.
7. ayda ek gıdaya başladık ve püre denilen kıvam hayatımıza
girdi. Uzunca da bir süre çıkmadı. Taa ki bir iki hafta öncesine kadar! Pütürlü
şeyleri yemiyor dediğim arkadaşlarımın hepsi zorlamam gerektiğini, alışması
gerektiğini söyledi. Ama Ege gereklilikleri pek gözetmeyen bir çocuk.
Alıştığından daha katı kıvamdaki gıdaların hepsini öğürerek reddetti. Yemek
yemekle zaten arası iyi olmayan Ege için zorlama yöntemi pek işe yaramayacaktı.
Onun her şeyi yapmak için kendine özel bir zamanı var. O da kendini hazır
hissettiği zaman. 2 yılda bunu çok iyi öğrendim. Kendini hazır hissetmesi,
zorlamaktan da çalıştırmaktan da eğitmekten de daha önemli. Çocuklar özgür
bireyler, dayatmalara gelmiyorlar. Başta çok üzüldüm acaba hiç mi yemeyecek katı şeyleri diye ama
sonrasında pes ettim. Önemli olan beslenmesi ve gelişmesiydi. Ocak
ayının başında yaşadığımız diş çıkarma kâbusundan sonra Ege şimdi bir sürü şeyi
yemeye başladı kıvamına bakmaksızın. İştahı da epey açıldı. Bense hem şaşkın hem de mutluyum onun adına!
Hatta ben şaşırdıkça nazar değdireceğimi söyleyen arkadaşlarım var.
Ege’nin beslenme problemi yemekle sınırlı
değildi. Bir de kusması vardı ki evlere şenlik. Her yediğini istisnasız
çıkarıyordu. İster anne sütü olsun ister mama ister ek gıda. 1 yaşına kadar bu
böyle devam etti. Bebeklik döneminde reflünün daha sık görüldüğünü söyleyen
doktorumuz anti-reflü mama önerdi bize. Uzunca bir dönem onu kullandık. O biraz
iyi geldi ama sorunu tamamen çözmedi. Ege kusmaya devam ediyordu. İlk kez
hastanede sarılık tedavisi görürken çok kötü kusmuştu. Bir anda boğazına dolan
sıvıyla nefesi daralır gibi olmuştu. Rengi mor olmuştu sanki. Kucağımızda
koşarak indirdiğimiz acildeki doktor, çocuk morardı dediğimde bana “Pek de mor değil.” diye yanıt verince “Sizle renk
skalası tartışması yapamayacağım!” dedim. Doktorlar, onlarla kavga etmeyi
kendileri öğrettiler bana. Apar topar çocuk doktorunu bulduk ve aspire etmek
zorunda kaldılar. Ondan sonraki birkaç gün, gece uykusunda boğulur diye hiç
uyumadım. Ama bu sonsuza dek süremezdi, tabii ki bünyem pes etti. Yine de
anneliğin endişe dolu yüzüyle ilk kez öyle tanışmıştım.
Ege’nin kusmasında payı olan faktörlerden biri de yere
yüzüstü yatırmamızdı. Midesinin yere baskı yapmasının neticesinde yediklerini
çıkarıyordu. Başta Tutku’nun annesi Ayşe olmak üzere gittiğimiz
doktor ve fizyoterapistler bunu ısrarla tavsiye ettiler. Biz de ne yaz ne kış
demedik Ege’yi yüzüstü
yere yatırdık. Yazın zaten sorun olmuyordu, kışın ise altına kat kat
battaniyeler örtüler sererek aynı uygulamaya devam ettik. O günlerde bunun ne
kadar faydalı olduğunu tam idrak edemesem de uygulamaktan geri durmadım. Bir
arkadaşımdan ödünç alarak en son okuduğum ve benim için yepyeni bir sayfa açan
kitap (What To Do About Your Brain Injured Child – Glenn Doman), bunun önemini çok güzel bir
şekilde anlatmıştı.
Engelli çocuklarla yaptıkları çalışmaların çok
da iyi sonuçlar vermediğini gören Doman ve ekibi, kendilerini bir şekilde
ziyaret etmiş ancak sonrasında terapiye devam etmemiş ailelerle tekrar irtibata
geçerek çocuklarının durumlarını öğrenmek istemişler. Terapi gören çocukların
az da olsa terapi almayanlardan daha iyi durumda olduğunu görürlerse
çalışmalarına devam etmeyi düşünüyorlarmış. Ancak terapi almaksızın vaktini
evde geçiren çocukların daha iyi durumda olduğunu, sürünmeye ve emeklemeye
başladıklarını görmüşler ve şaşkına dönmüşler. Ailelerine çocuklara özel olarak
ne yaptıklarını sorduklarında aldıkları yanıt tekmiş: Hiçbir şey, sadece yere
bıraktık! Ekip, sonrasında yaptığı araştırmalarla çok önemli bir şeyi
atladıklarını fark etmiş. Çocukların gelişiminde yer, atletik çalışma alanı
yerine geçiyor. Ancak engelli çocuklar yere bırakılmaktansa yataklara,
sandalyelere bağlı kalıyor, hareket etme fırsatları ellerinden alınıyor. Oysa
ki bir çocuğun yürümek için önce elini kolunu hareket ettirmesi, sonra yerde ve
yüzüstü pozisyonda olması, yüzüstü pozisyondan emeklemeyi çözmesi gerekiyor.
Emekledikten sonra sıralama dediğimiz eşya ve mobilyalara tutunarak yan yan
yürüme, ardından da yürüme geliyor. Bu yüzden yüzüstü yerde olmak çok önemli. Doman
ve ekibinin geliştirdiği programda temel kurallardan biri, yürüyemeyen bir
çocuğun tüm gününü yüz üstü olarak yerde geçirmesiydi. Bunun tek istisnası;
beslenme, alt değiştirme, sevilme ve uyku zamanlarıydı.
Down sendromuyla ilgili mümkün olduğunca çok şey
okumaya çalışıyorum. Bunlar arasında kitaplar, bloglar, internet üzerinde
kurulan destek grupları var. Ama ilk okuduğum ve Ege’nin fizyoterapi sürecinin başlangıcı olan kitap, benim
pembe kitap dediğim ve Ayşe’nin ödünç verdiği, Down Sendromlu Bebeklerin Hareket
Gelişimi ve Eğitimi’dir.
Yazarı, Hiroko Fujita. (http://kokyayincilik.com.tr/down-sendromlu-bebeklerin-hareket-gelisimi-ve-egitimi.html)
Kitabın içinde aylara göre Down sendromlu bebeklere uygulanabilecek, kas
güçlerine katkı sağlayan egzersiz ve masajlar var. Ege, bizzat fizyoterapiye
başlayana kadar her gün birkaç kez bu egzersizleri mutlaka uyguladık. Bu
kitapla birlikte Ayşe bana doktorlarının Tutku için önerdiği diğer çalışmalara
dair notlarını da vermişti. Bunlar, altın değerinde bilgilerdi benim için. O
notlar arasında da uyku dışındaki zamanlarda bol bol hareket ve oyun tavsiyesi
yer alıyordu. Görsel, işitsel, dokunsal, tat ve koku alma açısından bol uyaran
verilmesi öneriliyordu. Dilini dışarı sarkıtmasının önüne geçmek adına damaklı
emzik kullanılması, düdük çaldırılmasına vurgu yapılmıştı. Ellerini mümkün
olduğunca çok kullanmaya teşvik edilmesi ve bol bol konuşarak sürekli iletişim
kurulması tavsiye ediliyordu. Fakat hepsinden önemlisi şu cümleydi sanırım:
Açken, susuzken, uykusuzken, hastayken, huzursuzken eğitim verilmez! Sağlıklı
ve neşeli iken eğitim verilir!
Okumayı çok istediğim ancak henüz edinemediğim kitaplardan biri de Patricia Winders’ın Gross Motor Skills for Children With Down Syndrome: A Guide for Parents and Professionals adlı kitabı. Down Sendromlu Çocuklar için Kaba Motor Becerileri isimli bu kitaptan da çok faydalandıklarını söyleyen arkadaşlarım var yurt dışında. Yalnız bu kitabın bildiğim kadarıyla Türkçe çevirisi yok.
Ege küçükken tanıştığım bir kaynağı daha sizle paylaşmak istiyorum: Küçük Adımlar. Küçük Adımlar, Moira Pieterse ve ekibinin başlangıçta Down sendromlu çocuklar için geliştirdikleri, sonrasında ise diğer engel gruplarına mal olmuş bir erken eğitim seti. 8 kitaptan oluşuyor (Küçük Adımlara Giriş, Çocuğunuzun Programı, İletişim Becerileri, Büyük Kas Becerileri, Küçük Kas Becerileri, Alıcı Dil Becerileri, Kişisel ve Toplumsal Beceriler, Gelişim Becerileri Envanteri). Küçük Adımlar, aynı zamanda ülkemizde bir program olarak da uygulanıyor. Programla ilgili daha fazla bilgiye Down Türkiye’nin sitesinden ulaşabilirsiniz (http://www.downturkiye.com/kucuk-adimlar-programi). Biz şahsen programa dâhil olmadık ancak seti aldık. Hâlen dönüp dönüp başvurduğumuz bir kaynak.
Aktivite
|
Down Sendromlu Çocuklar
Ortalama yaş Gerçekleştiği
aralık
|
Tipik Gelişim
Gösteren ÇocuklarOrtalama yaş Gerçekleştiği aralık
|
||
Otururken başını sabit tutma
|
5 ay
|
3-5 ay
|
3 ay
|
1-4 ay
|
Dönme
|
8 ay
|
4-12 ay
|
5 ay
|
2-10 ay
|
Desteksiz oturma
|
9 ay
|
6-16 ay
|
7 ay
|
5-9 ay
|
Desteksiz ayakta durma
|
18 ay
|
12-38 ay
|
11 ay
|
9-16 ay
|
Bağımsız yürüme
|
23 ay
|
13-48 ay |
12 ay |
9-17 ay |
Kaynak: Downs Syndrome: An Introduction for Parents and Carers, Cliff Cunningham
Tablodan da anlayabileceğiniz gibi Down sendromlu bir
bebek ortalama 18. ayda desteksiz ayakta durmaya başlayabilir. Ancak bu her
çocukta farklılık gösterebileceğinden 12 ila 38. aylar arası referans aralık
olarak belirtilmiş. Tabii ki bu rakamlar çocuğunuzun aldığı fizik tedavi
desteğiyle de ilgili. Ülkemizde size verilen raporla (bunu daha sonra
anlatacağım) alabileceğiniz fizik tedavi haftada bir saat. Elbette ki yeterli
değil! Aynı durum özel eğitim için de geçerli. O yüzden her şekilde
ekstra desteklemek gerekiyor, en çok da evde!
Ege bu tablonun neresinde diye soracak olursanız Ege henüz desteksiz ayakta durmuyor. 18 ay ortalaması Ege için geçerli olmasa da kendi grubu içinde hâlen gecikmiş sayılmaz. 38. aya kadar gerçekleşebiliyor desteksiz ayakta durma. Yine de ben bir anne olarak sabırsız mıyım? Evet, sabırsızım. Buradaki ortalamaya göre 2 yaşında yürüyeceğine şartlamıştım kendimi. Bu durumda Ege’nin önümüzdeki ay yürümesi gerekiyor. İçten içe de üzülüyordum yürümeyecek 2 yaşında diye. Ama böyle çok şartlamamak gerekiyormuş. Bunu da öğrenmiş oldum! Çocuklar kendi gelişimlerini kendileri çiziyor. Biz, anne babalar, haklı olarak başardıklarını görmeyi hasretle bekliyoruz ama sabırlı olmak gerekiyor. Bir dönem anne demiyor diye üzülüyordum, şimdi susmuyor. Bense mutluluktan uçuyorum. Yürüyünce “Aman dur, koşma!” diyeceksin diyen herkese “Hayır!” diyorum. Demeyeceğim. Kendime de Ege’ye de sözüm var çünkü. Ben bu kadar hasretle yürüyeceği günü beklerken yürüdüğünde dur, yürüme demek ona haksızlık, kendime ihanet olur. Bu fikrimin Ege yürüyünce değişeceğini söyleyenlere de bir yandan kızıyorum bir yandan gülüyorum. “Ne kadar kararlı ve inatçı olduğumu henüz görmediniz.” diyorum içten içe. Biliyorum ki bir gün bana koşa koşa gelecek, bacaklarıma sarılıp başını kaldıracak ve o dünyamı aydınlatan gülüşüyle anne diyecek ama o güne kadar çalışmaya ve sabretmeye devam!
Ege’nin Annesi
Nur
Nur
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder